Salı, Mayıs 23, 2006

biter...


















Saniye tutuyorum artık, ben bu gazla ilk durak eskişehir'e kadar koşarım...

Salı, Mayıs 16, 2006

çok pis gol yedik...

















Bi hafta sonu boyunca yürüttüğümüz zorlu taş taşıma faaliyetlerinin ardından biraz soluklanacağımızı düşündüğümüz bu Pazar akşamı çok sevgili nöbetçi astsubayımızın yoğun ısrarını kıramadık ve bize büyük bi lütuf olarak sunulan sedyeler (taşları da bunlarla taşımıştık, büyük kolaylık, her eve lazım bi sedye) vasıtasıyla bi kaç kamyon yükünden oluşan "küçük bi kum taşıma faaliyeti"ne başladık saat 6 civarında. Yaklaşık 1 saatlik bi çalışmanın ardından Süper lig şampiyonunu belirleyecek, spor sayfası tabiriyle "ligin düğümünün çözüleceği" "kader" maçları başlamış ve bina önündeki kum kütlesinin büyüklüğü göz önünde bulundurularak bu maçların izlenemeyeceği futbol bağımlısı arkadaşlar tarafından zor da olsa idrak edilmişti ki Galatasaray'ın gol haberi geldi. Şu futbolun kudretine bakın ki az önce zorla adım atan Galatasaray taraftarları adeta birer aslan kesilmişti. Tepeleme kumla dolu sedyelerin biri gidiyor biri geliyor, kulaklar maçta, her atakta kalp atışlarıyla birlikte adımlar da hızlanıyordu. Fener taraftarları ise sedyelerinde kum değil ellerinin arasından kayıp gitmekte olan şampiyonluğu taşırcasına kederliydiler. Fenerbahçe'nin yediği golün ardından artık sarı kırmızı renklere gönül vermiş kitleyi durdurmak imkansızdı. Sevinç çığlıkları, Fenerlilere sokulan laflar onlara işin bütün stresini unutturmuş, sedyeleri uçarcasına gidiyordu inşaat alanına. En iyi Dat-di-ri-dat-di-ri şeklinde korna sesi çıkararak kum dolu sedyeleriyle zafer turu atarcasına yanımdan geçen Galatasaraylılar anlatır beklide ortamın atmosferini. Ancak maçın sonlarına doğru gelen Fenerbahçe'nin beraberlik golü hafif bi soğuk duş etkisi yarattı Galatasaray taraftarlarında. Kafalarda bi "acaba" sorusu belirdi aniden. Umutlanan Sarı lacivertli Mehmetçikler "Atatürk de Fenerbahçeliydi huleeen ipneler!" naralarıyla sarıldılar sedyelere, her biri birer Alex birer Tuncay'dı artık. İnce bilek hareketleri, şık çalımlarla rakiplerini geride bırakıyor, onlarca kiloluk kum dolu sedyelerle birbirinden estetik hareketler sergiliyorlardı şampiyonluk hülyalarıyla. Verilen küçük molalarda gözleri saatte kulakları maç skorunda sigara içenlerin görüntüsü doğumhane önünde bekleyen baba adaylarını andırıyordu. Ve sonunda sevgili nöbetçi astsubayımız bu strese bi de onca ağırlığı taşımanın yorgunluğunun eklenmesine genç kalplerin dayanmayacağını düşünmüş olsa gerek ki paydos verdi maçların sona ermesinin ve Galatasaray'ın şampiyonluğunu ilan etmesinin hemen evvelinde. Saatlerce amelelik yapmış olsalar da, şampiyon bi takımın taraftarı olmanın gururu ve sevinciyle bütün yorgunluklarını unutan CimBom'luların ve boynu bükük Kanaryaların maç yorumlarının uğultusu arasında bi gün daha bitmişti. Ancak kum bitmedi, bitmiyo... Üç gündür devam eden "küçük bi kum taşıma faaliyeti"miz yaklaşık bi hafta (bizim askerlik bitene kadar) daha devam edecek gibi görünüyor. Ara sıra "Şampiyon Cim Bom!" ya da "Sarııııı - kırmızıııııııııı!" şeklinde çıkışlarla insanları gaza getirme çabalarımızda kar etmiyor artık. Ben demiştim, şampiyonluk karın doyurmuyo a.k.!

Pazar, Mayıs 14, 2006

Pazartesi, Mayıs 08, 2006

tatiiiiil!














Her ne kadar bi dönemin çok kullanılan futbol tezahüratlarından birinde yeralan "Hayal ile yaşıyor bazı ipneler!" nakaratıyla memleketim insanı hayal kurmaktan soğutulmaya çalışıldıysa da futbol sahalarından uzak durmayı başarabilmiş biz bi kısım gençlik zor dönemlerde hayallerimize sarılarak ayakta kalabiliyoruz hala. Mali kriz dönemlerinde yahut Bülent Ersoy-Cem Adler ilişkisi sırasında bile pembe gelecek hayalleri sayesinde dim dik ayakta durmuş pek çok kişi tanıyorum. Tamam arada kamyon altında kalarak ya da evlerinin balkonlarından düşerek yaşamını yitirenlerimiz oldu ama bunların kendi hayatlarına kastettikleri tamamen hurafedir efenim. Hayal kurma olayını biraz abartarak uyur gezer kıvamına gelmiş arkadaşların başına gelen menfur hadiselerden öte değildir bunlar.

Burada geçen 140 günümün büyük bölümü (ne büyüğü, tamamı lan tamamı!) işte böyle uyur-gezer bi vaziyette hayal aleminde geçti efendim. Acemilik dönemimde gördüğüm "Bira" temalı, ki hiç birinde bi damla bile içmeye muvaffak olamamıştım ve yetişkin içerikli sansüre uğramış rüyalarımı saymazsak, hayallerimin baş tacı "Tatil hulyaları" idi. Eksi 20 derecelerde götüm donarak ve elimde beş kiloluk tüfekle (beş kilo nedir demeyiniz, iki saat çaprazda durunca koyuyo adama) tuttuğum bitmek bilmez nöbetlere dayanmamı sağlayan çoğu zaman yukarıdaki manzaranın tatlı hayali olmuştur. Olimpos'ta gün batımı saatlerinde, yeşillikler arasında uzandığım çardakta elimde bi şişe buz gibi Efes'le keyfederken düşünürdüm kendimi sık sık. Ya da evimde TV'nin karşısında soğanlı ruffles ve yine buz gibi bira... Garip bi şekilde bira ısınmak yerine her geçen dakika daha da soğurken hatta parmaklarımı dondurmaya başlarken kendime gelirdim ve fark ederdim acılar içinde elimde tuttuğumun G3'ün soğuk çeliği, bulunduğum yerin kışla olduğunu! Gerçi tatil hayali dedik ama bunu da "Bira" temalı hayaller sınıfına sokmak isteyenleriniz çıkabilir, normaldir efendim, ancak unutmamak gerekir ki birasız bi tatil balkonsuz eve benzer efendim, di mi?

Ha bi de "Kardeşim biradan başka bişey düşünmez misin sen? Yok mu başka hayalin a.k.!" diyenleriniz olacaktır, elbette başka hayaller de kuruyorum, eee meselaaa, şey, ımmmh, eeee, neyse...

Cuma, Mayıs 05, 2006

İyi patron yoktur!

















Efendim malumunuz antisosyal, miskin, hareketten pek hazzetmeyen bi kişiyim, hayat akışımda kendi isteğim dışında gelişen değişimler oldum olası rahatsız etmiştir beni ve yine malumunuz şu 6 aylık dönemde bunların pek çoğunu yaşamak zorunda kaldım. Eee, bendeniz günlük hayatında değişime bu kadar tahammülsüz biriyken, askerlik sebebiyle, iş hayatımda meydana gelen zorunlu hareketlenme de şu aralar en önemli sorunlar listemin başköşesine yerleşmiş durumda. Blogumda da duyurduğum üzre Papa II. Jean Paul'ün vefatının ardından Vatikan'a gönderdiğim CV'den de bi ses çıkmayınca ve reklam sektöründe çalışmaya devam etmek zorunda olduğum kesinleşince, askerliğimin sonuna yaklaştığım şu günlerde kurduğum tatil hayallerinin (önümüzdeki günlerde bahsedicem efenim) arasında sık sık iş planları da parazit yapmakta rahatsız edici bi şekilde.

Her seferinde korkularım yersiz çıksa da, yeni bi iş ortamına girerken ister istemez geriliyorum; "Ofisteki ipnelerle anlaşabilecek miyiz acaba? Güzel hatun var mıdır laan? Giyim kuşama karışmıyodur di mi bunnar? İş temposu ağır gelir mi a.k.? Maaş olayında bi sakatlık çıkar mı, taksitler elimizde patlamasın? Evden işe nası giderim her sabah her sabah, daha yakın bi yer mi bulmalı?" cinsinden onlarca soru üşüşüyor kafama. Ve de sonunda en can alıcı soru gelip çöküyor böğrüme: "O, Patron nasıl biri a.k.?"

Tüm bu sorularımın cevabını alacağım yer olan yeni ofisime adım attıktan sonra asabi bi yapıya sahip olmam sebebiyle ara ara ufak gerginlikler yaşanmakla birlikte bu yeni ortam konusundaki korkularım yerini genellikle "Akşam iş bitimine dooru bi iki bira içebiliyoz mu ki laaan?" şeklinde kaygılara bırakıyor. Fakaaat, PATRON kavramı bu en rahatlamış kıvamımda bile kır yürüyüşünde ayakkabının içindeki bi taş gibi ya da ne biliyim şevkle burun kurcalarken burnun içindeki bi sivilce gibi rahatsız etmeye devam ediyor beni. CNN TURK ekranlarında The Apprentice'ı izledikten sonra kabusunda kürk takım elbiseli, burunlarından dumanlar çıkan patronlar tarafından kovalanan ve hemen ertesi sabah "İstemem ben ööle taşşaklı patron falan a.k.!" deyip tüm kariyer planlarını rafa kaldıran (belki de tembelliğime bulabildiğim en basit bahane budur) bi genç olarak, ön yargım kesin "İyi patron yoktur!". Bi patronun en içten tebessümü bile "Nı-ho-hoh-hah-haaaa!" şeklinde bi Erol Taş kahkahası olarak çınlar kulaklarımda ve "Fakir Ama Gururlu Genç"in arkası dönük bi şekilde oturduğu masasından eski patronuna fırlattığı "Hatırlar mısın, bi zamanlar..." kelimeleriyle başlayan repliğini ne zaman duysam göz yaşları içinde alkışlarım hep. Bu bakımdan, gelecekteki patronlarıma askerlik vazifem sırasında tüm yakın dövüş tekniklerini öğrendiğimi, sinir katsayımın tavana vurduğunu ve silahlıktan yürüttüğüm bi G3 mermisini CV'me eklediğimi hatırlatmak isterim, saygılarımla a.k...