Pazartesi, Kasım 28, 2005

seni seçtim picasso




"Türkiye böyle bir şey görmedi. İnsanlar bu sergiyi
gezebilmek için 1 saatten fazla kuyrukta bekleyip
öyle içeriye girebiliyor. Sabırla bekliyorlar.
Genci, yaşlısı, pusetinde bebeği, kucağında çocuğuyla
gelenler var.

İyi bir iş yapınca insanın yüreğine sinen hissi yaşıyorum.
Türk insanının böyle şeylere hasret olduğunu görmek
beni mutlu ediyor."

Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer

isim konusunda bi yanlış anlaşılma olduğundan
şüpheliyim nazancım...

Cumartesi, Kasım 26, 2005

çocuktan al haberi...(+18)



Elmalı askerlik şubesi önü,
sabah saat 10.30...

-Abiii, sen yeni asker misin?
-He canım!!!
-Abiiiii!
-...?
-Yarraaa yedin!

Çarşamba, Kasım 23, 2005

curriculum vitae



şunun şurasında 15-20 günüm kalmışken askerliğe,
ve önümde boş geçecek bi 5-6 ay varken ben yeni
"CV" yok efenim yeni "Portfolyo" ne biliim
bunnarın ardından gelecek yeni "Kariyer" planlarımı
kafamda ciddi ciddi şekillendirmeye başladım bile
içimden "The Apprentice"nin müziğini mırıldanarak.
Zira bu kez II. Jean Paul'ün vefatının ardından
Vatikan'a gönderdiğim CV'deki gibi bi hüsran yaşamak
istemiyorum, halbuki ne kadar ümitliydim o işten, neyse...

Cuma, Kasım 18, 2005

başka derdimiz yok a.k.















bu ne be?

Gerek Türk vatandaşları, gerekse gurbetçiler,
taslak halinde hazırlanmış bu metni
rulo yaparak kullanabilirler. Yanlış kullanım
nedeniyle belli nahiyeler kilitlenme
noktasına gelebilir. Almanya ve Avusturya'daki
gurbetçilerin haydar dümen'i gün boyu telefonla
arayarak şikayetlerini dile getirdikleri
bildirildi, aman dikkat.

9..., 10..., 11..., pırt...

















içimden "eye of the tiger"ı sööliyerek,
500 şınav çekebileceğimi düşünüyorum,
sözlerini unutmuşum ama, 11'de kalıyorum şimdilik...

Perşembe, Kasım 17, 2005

6...,7...,8...!!!






















ben gidiom yaaa, çizemiicem bi süre,
"kızları da alın askere"
demek istiorum son söz olarak...


du lan, bi ay var daa salak...

olsun, yine de kızları da alsınlar!

Pazartesi, Kasım 14, 2005

tea? you drink?



Kendine yabancılaşmasının resmi dili,
"american english"ti ve en kararlı ses tonuyla
"I need a strong rope" dediği hırdavatçı
onu turist sanıp çay ikram edince,
"istanpul cok gusel, raki sis kepap cok gusel"
diyebildi ancak, ağlayarak dükkandan kaçarken...

Cumartesi, Kasım 12, 2005

Perşembe, Kasım 10, 2005

Olur bööle şeyler...



Bi anda gözümde ilkokul yıllarımdan bi gün canlanmıştı 10 kasım törenleri
sebebiyle heykelin altında ekşittiği kıpkırmızı yüzü ile ufak ufak
kıpırdanarak kendine verilen nöbet görevini yerine getirmeye çalışan
ama her halinden az sonra altına edeceği belli olan veledi gördüğümde;

Ailemin memuruyeti sebebiyle bulunduğum şirin bi ilçeye, şirin bi
Turgut Özal'ın gelecek olması sebebiyle, sabahın köründe ve
kışın ayazında onlarca veled ilçe meydanına dizilmiştik. İlk yarım saati,
dersten yırtmanın keyfiyle zevkli geçen bu zorunlu bekleyiş, soğuğun ve
ayakta bekleme süresinin artmasıyla hafif hafif ızdıraba dönmeye başlamıştı.
Bi de Turgut Özal'ın koşarak geleceğini düşündüğüm için (Emin Çölaşan
"Turgut nereden koşuyor?" die bi kitap yazmıştı o dönem)pek de fazla
bekleyeceğimizi sanmıyordum ilk başlarda.

Yaklaşık iki saatlik bi bekleyişin ardından soğuğa ve ayakta beklemenin
verdiği yorgunluğa bi de çişimin gelmesi eklenmiş, ben de o dönem
çok geniş olmayan küfür dağarcığımla artık gözümde pek sayın olmayan
sayın Turgut Özal'a saydırmaya başlamıştım. Sevgili öğretmenlerimiz
sayın başbakanın sağda solda işeyen öğrenciler tarafından karşılanmasının
pek hoş olmayacağını düşünmüş olsa gerek ki, çişe gitmemize de izin
vermemişlerdi. Bekleyişimizin yaklaşık üçüncü saatinde öğretmenimiz
"Çocuklar, sayın başbakanımızın işi çıkmış gelemiicekmiş, ee başbakan bu
boru diil, hadi okula dönüyoruz" demişti. Başbakanın gelememesi ve okula
dönecek olmamız beni nasıl rahatlatmıştı anlatamam, soğuğu unutmuştum,
adeta içimi bi sıcaklık kaplamıştı. Çok geçmeden arkadaşlarımın
gülüşmelerinden bu rahatlamanın ve sıcaklığın gerçek sebebini
acı da olsa anlayabilmiştim. Öğretmenimiz "Olur bööle şeyler, çocuklaar
gülmeyin bakiiim arkadaşınıza, aaaaa!" diyerek sırtımı sıvazlarken,
ben ileride Turgut Özal'a düzenleyeceğim suikastin planlarını yapmaya
başlamıştım bile...

Cuma, Kasım 04, 2005

everybody be cool, this is a bayram...



Tamam, daha önce de garip rüyalar gördüm,
ama bu kadarına da pes doğrusu diye söyleniyodum
kendi kendime bayram sabahı uyku sersemliğini
üstümden atmaya çalışırken.

Hala rüyanın etkisindeydim, Mia Wallace
(Uma Thurman) en seksi haliyle karşımdaydı,
dans ediyoduk, fakat müzikde bi gariplik vardı.
Vincent (John Travolta) davul çalıyor,
Jules (Samuel L. Jackson) ise ona zurna ile
eşlik ediyordu. Enstrümanlar tuhaf olsa da
melodi tanıdıktı, uyanmış olmama rağmen
müziği haala bu kadar canlı şekilde işitebilmemi
garipsedim. Biraz kulak kabartınca bunun bi rüya
olmadığını farkettim, yani müziğin. Bu, bu bi kabustu.
Evet koca bi ay boyunca her gece kafamı ütüleyen,
en tatlı rüyalarımın orta yerine davuluyla giren
mahallemizin pek saygıdeğer davulcusu ve
zurnacı ekürisi ramazan bayramı repertuarlarına,
Dick Dale'den Misirlou'yu da (hani pulp fiction'ın
şu meşhuuur müziği) eklemişler ve bunu benim kapımın
önünde çalmayı münasip görmüşlerdi.

Ee daha neler görecez bakalım...

Salı, Kasım 01, 2005

el öpenlerin...


dökülür artık piyasaya,
kıçımın marjinalleri,
bayram harçlığınız,
kaç bira ediyo?!?!